Ortadoğu değişirken Türkiye
MUSUL Konsolosluğu baskını ve rehine krizi hangi şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın kuşkusuz iç politikada yansımaları olacaktır. Ancak kriz ne şekilde biterse bitsin, ve tabii kimsenin kılına zarar gelmeden bitmesi tek hedeftir, içeride yeni bir siyaset iklimine dönmek gerekecektir.
İçeride bugünkünden farklı bir siyaset iklimine geçmesi Türkiye’nin güneyinde daha uzun yıllar süreceğe benzeyen cehennem halinin Türkiye’ye sirayet etmesini önlemek için gereklidir. Nihilist/ şiddete tapan örgütlerin ya da bunların Türkiye’deki uzantılarının/militanlarının Türkiye’ye yönelik eylem yapmaları ihtimali ülke açısından artık öncelikli bir güvenlik meselesidir. Suriye’deki isyanın ardından geliştirilen iddialı olduğu kadar hatalı ve akılsız politikaların bu türden maliyetleri daha bir süre Türkiye’nin önüne çıkacaktır.
Bu maliyetleri düşürmek için bir yandan Kürt meselesinin çözümünde çarkları hızlandırmak ve çeşitli seçim hesaplarına bunu kurban etmemek gerekir. Diğer yandan da Türkiye Alevilerini kendi inançları doğrultusunda hayatlarını kurgulamalarının önündeki engelleri kaldırmak zorunluluğuyla yüzleşilmelidir. Daha da önemlisi Alevilere yönelik ayrımcılığı sona erdirme gayreti içine girilmelidir. Kısaca Türkiye gerçekten laik ve gerçekten demokratik bir yola dönmelidir.
İçeride farklı bir siyaset iklimine geçilmesinin önemli koşullarından birisi de güneyimizde ne olduğunu soğukkanlılıkla ve dürüstçe değerlendirmektir. Bildiğimiz Ortadoğu, daha doğrusu Maşrık siyasi coğrafyası darmadağın oluyor. Bu darmadağın oluş hali yeni bir düzen kurulana kadar da devam edecek. Yeni bir düzenin kurulması için yapılan dehşet verici savaşta kitleleri harekete geçiren unsursa ideolojik hale getirilmiş mezhep farklılıkları olacak. Bugünkü koşullarda güç ve hegemonya mücadelesinin başka bir ideolojiye yaslanarak yapılması mümkün değil.
Bugün varılan noktada hemen herkes Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesinin ardından İngiliz ve Fransızların kurguladıkları bölge düzeninin çöktüğünü görüyor. Sınırların en azından şimdilik değişmeyecek gibi gözükmesi meşhur Sykes-Picot düzeninin toplumsal ve siyasal yapısının eridiği gerçeğini değiştirmiyor. Kaldı ki Irak ve Suriye artık Bağdat ve Şam’ın varolan sınırlar içindeki tüm toprakları kontrol edebilecekleri iki başkent değil. Ve herhalde bir daha olamayacaklar. Bunun başlangıcını ise Irak’a yapılan iki müdahaleye bağlamak gerekir.
Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal etmesinden sonra ABD önderliğinde, pek çok Arap ülkesinin de dahil olduğu devasa bir uluslararası koalisyona yenilmişti. Kısa sürede Kuveyt’ten çıkarılmış, maruz kaldığı isyan karşısında kuzeyde Kürtlere, güneyde ise Şiilere karşı kıyımlar gerçekleştirmişti. Bunun üzerine Bağdat yönetimine 32. Paralelin güneyine ve 36. Paralelin kuzeyine çıkmak yasaklanmıştı. Gerek Şiiler ve gerekse, özellikle Kürtler açısından kendilerini yönetme pratiğinin 1991’den itibaren başladığını söyleyebiliriz.
11 Eylül saldırıları ardından Bush yönetiminin Ortadoğu üzerinden dünyaya yeni bir nizam verme siyaseti de hedefe Irak’ı koymuştu. Irak birliklerini Kuveyt’ten çıkardıktan sonra Saddam’ı, “Yerine geçecek kimse yok Irak dağılır” diye erinde bırakan ABD bu kez rejimi devirdi. Bu şekilde Irak’ta Sünni Arapların, Sünni olmayanlar ve Arap olmayanlar üzerindeki mutlak ve sorgusuz hâkimiyetini sonlandırmış oldu.
Irak işgalinin en feci sonucu Irak devletini çökertmesiydi. Devletin çökmesi bölgede zaten güçlü olan aşiret ilişkilerinin ön plana çıkmasına yol açtı. Devlet güvenliği ve düzeni sağlayamadığı için devlet dışı silahlı örgütler, bu örnekte Cihadcılar palazlanabildi. Mezhep çatışmasıyla Şii egemenliği perçinlenirken, Kürtler de sınır aşan ortak milli kimlikleri ve talepleriyle bölgesel ve uluslararası denkleme bağımsızlık elde etmeden dahil oldular.